Can Dündar’ın 10 Ocak 2025 tarihinde yayınladığı videonun başlığı “Küresel oligarşi, aşırı sağı pompalıyor”du. Dündar, Elon Musk’ın, Almanya’nın aşırı sağcı lideriyle röportaj yapmasını ve onu “başbakanlığın güçlü adayı” olarak pazarlamasını bir skandal olarak nitelendiriyordu. Röportaj, Hitler’in aslında komünist olduğu, Kaliforniya’da hırsızlığın serbest olduğu gibi kanıtsız iddialar, komplo teorileri ve yalanlarla doluydu. Musk, bir hafta önce de Die Welt’e yazdığı bir makalede aşırı sağcı AfD’den (Almanya için Alternatif) “Almanya için son umut kıvılcımı” diye söz etmişti (https://www.youtube.com/watch?v=LOIuO4U4CXY).
Trump’ın zaferinde büyük payı olan Musk, şimdi gözünü Avrupa’ya dikmiş gibi görünüyor. Avrupa Birliği’nin (AB) son yıllarda küresel teknolojiyi düzenlemeye öncülük etme girişimleri ABD’li teknoloji şirketlerini oldukça rahatsız ediyordu. Buna karşı ABD’li teknoloji patronları, aşırı sağcı siyasi güçleri destekleyerek AB’yi dize getirmeye çalışabilir. Zaten Brüksel yıllardır Büyük Teknoloji lobilerinin kuşatması altındaydı. Fakat şirketler Musk’a kadar siyasi mücadelenin dışında kalmayı tercih ettiler. Musk, yeni bir dönemin habercisi olabilir. Kremidas-Courtney ve Litobarski (2025) gelecekte, transatlantik lobiciliğe ek olarak, Büyük Teknoloji şirketlerinin Avrupa Siyaseti’ne daha agresif müdahalelerin olabileceğini belirtiyor. Bu müdahaleler farklı biçimlerde gerçekleştirilebilir. Örneğin, küresel iletişim platformlarındaki algoritmalar bu yönde çalışabilir; tekno-popülist siyasi partilere, düşünce kuruluşlarına ve gruplara yüklü bağışlar yapılabilir. Daha şimdiden bunun haberlerini okuyoruz. Musk, Sunday Times’ın İngiltere’deki sağ popülist Reform partisine 100 milyon dolar vermeyi planladığı yönündeki haberlerini yalanladı. Ama Reform lideri Nigel Farage’a göre Musk, partiyi finansal olarak desteklemeyi ciddi olarak düşünüyor. Ayrıca kısa bir süre önce, İtalya Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, İtalyan siyasetine müdahale etmemesi için Musk’ı uyarmıştı.
On yıl öncesine kadar sosyal medya, demokrasi vadediyordu. Yurttaşlar artık yukarıdan aşağıya mesajların pasif alıcıları değillerdi. Medyanın geleneksel bekçilerini atlayarak çevrimiçi kamusal alanda birbirleriyle doğrudan etkileşime geçebiliyorlardı. Otoriter devletler, bu yeni eşler arası iletişim kanalları üzerinde merkezi kontrol sağlayamayacaklardı. Bilgi ve iletişim teknolojileri, hiyerarşileri radikal bir şekilde düzleştirecek ve dijital çağ için elektronik bir agora ortaya çıkaracaktı. Fakat öyle olmadı. Şimdi Musk ve Zuckerberg gibi kapitalistlerin egemen olduğu sosyal medya imparatorluklarımız var. Sivil tartışmaların yerini öfke uyandıran etkileşimler, kutuplaşmaya öncelik veren algoritmalar ve dezenformasyon kampanyaları aldı. Sosyal medya, hükümetlerin ve hükümet dışı aktörlerin dikkatimizi çekmek için para ödeyerek orantısız bir etkiye sahip olduğu bir alan haline geldi (age).
Buna karşı ne yapılabilir? AB, Büyük Teknoloji şirketlerinin artan etkisi karşısında egemenliğini korumakta giderek daha fazla zorlanacak gibi görünüyor. Üstelik şimdi doğrudan ABD’nin politik gücünü arkasına almış bir Musk var ve ABD’li politikacılar, “Avrupa Elon Musk’ı ve X’i düzenlemeye kalkarsa ABD, NATO’ya desteğini çekebilir” gibi tehditler savurmaktan çekinmiyorlar (https://www.independent.co.uk/news/world/americas/us-politics/jd-vance-elon-musk-x-twitter-donald-trump-b2614525.html). Kremidas-Courtney ve Litobarski (2025), bu yeni dinamiği dengelemek için AB’nin acilen harekete geçmesi gerektiğini savunuyorlar. Bunun için şunları öneriyorlar:
1. AB zorbalığı reddetmeli ve düzenleyici çerçeveleri güçlendirmeye ve düzenleyici erişimini genişletmeye devam etmelidir. Tekel karşıtı sıkı tedbirleri uygulamalı ve teknoloji endüstrilerindeki tekelci davranışları kırarak tek bir kuruluşun aşırı büyük bir etki yaratmasını engellemelidir. Lobicilik faaliyetleri, seçimleri etkileme, siyasi bağışlar gibi konularında şeffaflığı artırıcı adımlar atmalıdır.
2. AB, kendi teknoloji tabanına yaptığı yatırımı iki katına çıkarmalı, hedeflerine uygun bir risk sermayesi ekosistemi oluşturmalı ve kendi teknoloji devlerini geliştirmek için daha çok çaba sarf etmelidir.
3. AB, Washington’un Brüksel’deki etkisini azaltmak için Amerikalı aktivistler ve demokrasi yanlısı teknoloji şirketleriyle birlikte çalışmalı ve benzer düşünen ülkelerle (örneğin Kanada, Birleşik Krallık, Japonya ve Küresel Güney’deki ülkeler) eş güdümü sağlamalıdır.
4. AB, dijital egemenliği koruma çabalarına hız vermeli ve kritik AB verilerinin kötüye kullanılmasını veya gözetlenmesini önlemek için kendi sınırları içinde depolanmasını ve işlenmesini sağlamalıdır.
5. AB, vatandaşların katılımını sağlamak ve onları ikna (persuasive) edici teknolojilerin riskleri konusunda eğitmek için çabalarını güçlendirmeli ve genişletmelidir.
Kremidas-Courtney ve Litobarski’nin (2025) bu önerileri gerçekleştirilebilir mi? AB, Büyük Teknoloji şirketlerinin faaliyetlerinden kendini ne kadar koruyabilir? Bu öneriler, Musk öncülüğündeki ABD’li Büyük Teknoloji şirketlerinin aşırı sağ partiler üzerinde AB’nin teknoloji politikalarını yeniden yapılandırma girişimlerinin önüne ne kadar geçebilir?
Bu soruların yanıtlarını birkaç yıl içinde alacağız. Ama benim asıl merak ettiğim, büyük umutlarla yücelttiğimiz başta internet olmak üzere dijital teknolojilerin nasıl tersine döndüğü ve aşırı sağın yükselişini destekleyen bir unsur haline geldiği. Yoksa en başından beri yanılıyor muyduk? David Golumbia (2024), Siber Özgürlükçülük: Dijital Teknolojinin Sağcı Politikası adlı kitabında aslında demokrasiyi savunurken bir çok konuda tam tersine zemin hazırladığımızı savunuyor.
Siber Özgürlükçük Nedir?
Siber özgürlükçük terimine ilk kez teknoloji felsefecisi Langdon Winner’in 1997 tarihli “Cyberlibertarian Myths and the Prospects for Community” başlıklı makalesinde rastlıyoruz. Ancak Winner’ın bu makalesinde ifade ettiği fikirleri aynı dönemde yayımlanan başka çalışmalarda da görmek mümkün. Söz konusu çalışmaların başında da Richard Barbrook ve Andy Cameron’un “Californian Ideology” başlıklı makalesi geliyor. Fakat Kaliforniya İdeolojisi terimi, Barbrook ve Cameron’un tartıştığı düşünce sisteminin sadece Kaliforniya’da işlediğini düşündürebileceği için Golumbia (2024), siber özgürlükçülük terimini tercih ettiğini belirtiyor.
Winner’ın makalesinde siber özgürlükçülük, elektronik dolayımlı yaşam biçimlerine yönelik esrik coşkuyu radikal, aşırı sağın özgürlük, sosyal yaşam, ekonomi ve siyaset hakkındaki fikirleriyle ilişkilendiren bir fikirler yığını olarak ele alınıyor. Bir diğer deyişle, bir yanda dijital teknolojiler hakkında Silikon Vadisi’nden tüm dünyaya yayılan esrik bir coşku varken diğer yanda özgürlük gibi temel terimlerin ne olduğuna dair aşırı sağcı fikirler bulunuyor. Bu bağlamda, bir çoğumuz aşırı sağcı fikirlerle hiç bir bağımızın olmadığını düşünerek kendimizi konunun dışında tutabiliriz. Ama yazının devamında da göreceğimiz sık sık dijital özgürlükleri savunmak adına siber özgürlükçü görüşlerin etkisi altında hareket ediyoruz. En azından kendi adıma böyle bir öz eleştiri yapabilirim.
Aslında reel sosyalizmin çözülüşünden sonra internet önemli boşluğu doldurdu. İnternet ve onunla beraber yayılan dijital teknolojilerin sunduğu olanaklar geçmişteki büyük anlatıların yerini aldı. İnternetin sunduğu enformasyon dağıtım ve örgütlenme olanaklarıyla artan umutlar 2010’lu yıllardaki toplumsal hareketlerle zirveye çıktı. Hep yeni (!) bir şey vardı: Sosyal ağlar, blok zinciri, NFT, metaverse, yapay zekâ… 1960’lı yıllardaki toplumsal mücadelelerinin yerini iş başarısı ve inovasyon hikayeleriyle harmanlanan bir vizyon almıştı. Silikon Vadisi ve onun yerellerdeki havarileri, sosyal misyonları hakkında ısrarcılardı. Bu durumu eleştirenler, iş insanları ve teknoloji uzmanları tarafından aşırı distopyacılıkla suçlandılar. İşin kötüsü normalde sağcı politikalara ve siyasi özgürlükçülüğe bireysel olarak karşı çıkan birçok kişi kendisini hükümet düzenlemelerine karşı mücadele ederken ve Facebook, Google, Twitter vb şirketlerin istedikleri gibi davranma haklarını savunurken buldu. Geçmiş yılların toplumsal mücadelelerinde önemli bir yere sahip olan kamusal eğitim, medeni haklar, çalışma koşulları, sosyal güvenlik ağını ve şirketlerin faaliyetlerinin uygun şekilde düzenlenmesi gibi konuları bir kenara bıraktılar. Serbest piyasa ekonomisini, toplumsal sorunların çözümü olarak gören aktörlere destek oldular. Dijital teknoloji, politik, toplumsal ve insani olanın önüne konuldu.
Ancak siber özgürlükçüğü basitçe siyasi özgürlükçülük ve dijital ütopyacılığın bir birleşimi olarak görmemek gerekiyor. Golumbia (2024) basitçe dijital teknolojilerin insanları özgürlükçü partilere oy vermeye ikna etmesi gibi bir durumdan bahsetmiyor. Çoğunlukla, siyasi özgürlükçüler kendilerini özgürlükçü olarak görürler, özgürlükçü partilerden birine üye olabilirler, özgürlükçü adaylara oy verebilirler… Buna karşın siber özgürlükçülük bir siyasi hareketin veya partinin adı değildir. Siber özgürlükçüler, çoğunlukla kendilerini bu isimle anmazlar. Siber özgürlükçülük genellikle insanların bu terimi kullanmadan katıldıkları bir dizi pozisyona işaret eder. Golumbia (2024) kitabında siber özgürlükçülüğü, bir takım yaygın inanç ve uygulamaları içeren analitik bir kategori olarak kullanıyor. Dolayısıyla pek çok siber özgürlükçü, seçimlerde herhangi bir siyasi partiye oy verebilir. Ayrıca aynı kişiler, “apolitik” ya da “bilimsel” olarak gördükleri konularda, bu görüşlerin siyasi manzaraya nasıl yansıdığının pek farkında olmadan kendilerini siber özgürlükçü görüşleri savunurken bulabilirler.
Siber özgürlükçü söylem, iddiaları ya da demokratik rızanın fiili görünümü ne olursa olsun, tüm hükümetlerin doğaları gereği otoriter olduğunu savunur. Bu düşünce de kimi zaman Max Weber’in “devlet, belirli bir toprak parçası içerisinde fiziksel gücün meşru kullanım tekelini (başarılı bir şekilde) iddia eden bir insan topluluğudur” sözüne dayandırılır. Örneğin Musk 2021’deki bir konuşmasında hükümeti, şiddet tekeline sahip ve buna karşı hiçbir başvuru yolunuzun olmadığı en büyük kurum olarak tanımlıyor (https://reason.com/2021/12/08/elon-musk-government-is-the-biggest-corporation-with-a-monopoly-on-violence-where-you-have-no-recourse/). Musk’ın yaptığı gibi siber özgürlükçülerin demokrasiye ve demokratik kurumlara saldırırken kendilerini demokrasi diliyle gizlemeleri yaygın bir durumdur.
Siber özgürlükçüler, birçok durumda neoliberalizme paralel tezler öne sürerler. Onlar için hükümetlerin kendisi bir sorundur. Piyasanın görünmez eli dışında “eşitlik” sağlamaya yönelik girişimler otomatik olarak Sovyet tarzı planlama ile aynı şeydir. Hükümetler, dijital inovasyonun yolundan çekilmelidir. Örneğin Lyft, Airbnb ve Uber gibi “paylaşım ekonomisi” girişimlerinin “yıkıcı yeniliklerine” müdahale etmemelidir. Bu nedenle bir çok tartışmada aşağıdaki gibi iddialar tekrarlanır:
- Hükümetler gayrimeşrudur.
- Demokrasi bir sahtekarlıktır.
- Şirketler ve piyasa, insan haklarının demokratik hükümetlerden daha iyi garantörleridir.
- Teknoloji ve ticari güç esasen siyasetin dışındadır.
- Hükümet doğası gereği ticari ya da finansal güçten çok daha yıkıcı ve hatta “kötü “dür.
Siber özgürlükçü düşünce, çok sorgulanmayan ancak insanları seferber etmede başarılı çeşitli mitler üzerinden gelişip serpilir ve kamusal tartışmaları bu mitler aracılığıyla kurduğu çerçeveye hapseder.
Matbaa ve Dijital Teknolojiler
Siber özgürlükçü mitlerin başında ağa bağlı dijital teknolojileri matbaa ile karşılaştırmak vardır. Bu hikayeye göre, matbaa devrimi demokrasinin, bilimin ve modern uygarlığın üretilmesinde önemli bir rol oynamıştır. İkinci matbaa devrimi bunların daha fazlasını yeniden üretecektir.
Matbaa devrimi metaforu, siber özgürlükçü söylemin merkezinde yer alır. Sık sık bir talep ve uyarı olarak karşımıza çıkar. Bilgisayarlar, matbaa devrimi gibi dünyayı sarsacak bir gelişmedir. Reform döneminde Kilise’nin başına gelenlerin benzeri şimdi gazetecilikte yaşanmaktadır. Hem matbaa hem de dijital devrim, bir zamanlar profesyonel bir azınlığın elinde toplanan gücü yeniden dağıtmıştır.
Kripto para destekçileri de matbaa efsanesini kendi amaçları doğrultusunda kullanırlar. Bitcoin, gerçek dünyada kullanım alanları bulmada pek başarılı olamasa da binlerce makalede Bitcoin’in takma isimli yaratıcısı Satoshi Nakamoto, Gutenberg’in reenkarnasyonu olarak tasvir edilir. Hatta hem Martin Luther hem de Satoshi Nakamoto’nun bir devrime önderlik ettiği iddia edilir. Martin Luther nasıl Katolik kilisesine meydan okuduysa Satoshi Nakamoto da uluslararası finans kuruluşlarına meydan okumaktadır.
Ancak siber özgürlükçüler, matbaa devrimi ve sonuçları üzerine yapılan araştırmaların çoğunu yanlış bir şekilde yansıtırlar. Beş yüz yıl boyunca ortaya çıkan, farklı bölgeleri etkileyen ve farklı aralıklarla farklı toplumsal katmanlara nüfuz eden gelişmeler rastgele birbirine karıştırılır ve tüm gelişmeler matbaaya dayalı tek bir olaymış gibi ele alınır. Örneğin Rönesans, matbaa kullanılmaya başlandığında zaten çoktan başlamıştır. Ayrıca geriye dönüp bakıldığında Reform’un herkesin (örneğin Katolikler’in) kabul ettiği küresel bir değişim olduğunu söylemek de zordur. Katolik Kilisesi ortadan kalkmamıştır ve pek çok ülkede güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmektedir. Üstelik Hıristiyanlık’ın bu iki kolunun daha sonraki tarihine baktığımızda insani değerler açısından Protestanlık ve Katoliklik arasında belirgin bir fark yoktur. Martin Luther’in kendisi bir Yahudi düşmanıdır ve matbaayı Yahudiler hakkında çok sayıda nefret dolu materyali basmak için kullanmıştır. Hem Katolikler hem de Protestanlar sömürgeleştirme ve köleleştirme uygulamaları içinde yer aldıkları gibi her iki taraftan da bu uygulamalara karşı çıkanlar olmuştur.
Siber özgürlükçüler, matbaa devriminin iyi yönde ve dönüştürücü olduğunu; kurumların matbaayı düzenlemeye ya da denetlemeye kalkışmasının matbaanın potansiyelini engellediğini savunurlar. Geçmişte matbaayı kontrol altına almaya çalışanlar tipik olarak Katolik Kilisesi ve Avrupa’nın çeşitli hükümdarlıkları gibi otoriter kurumlardır. Bu gibi kontroller, siyasi gücün yurttaşlara aktarılmasını engellediği için eleştirilir.
Bu bağlamda, özgür yazılım taraftarlarından Eben Moglen’in matbaa ve iktidar ilişkisine yaklaşımı siber özgürlükçü düşüncenin tipik bir örneği. Moglen, 500 yıldır basının isteyerek veya istemeyerek kendini iktidara bağlama eğiliminde olduğunu savunur. Moglen’a göre basınının aşırı kontrol edilmediği yerlerde matbaa, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’ne zemin hazırlamıştır. Fakat zamanla liberal kapitalizmde basın özgürlüğü, basına sahip olanın bir özgürlüğü haline gelmiştir. 20. yüzyılda basın ve yayıncılık, gücün ve paranın bir araya geldiği endüstriyel girişimler olmuş ama internet sayesinde gücün ve basının birlikteliği ayrılmaya başlamıştır.
Moglen’inki gibi yorumlara solda sık rastlanır. Basın özgürlüğünün öncelikle sermaye için bir özgürlük olduğunu söylerken haklıdır. Fakat bu haklılık, bir çok siber özgürlükçü metinde olduğu gibi Moglen’in tarihi yeniden yazdığı gerçeğini değiştirmez. Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin basın üzerindeki kontrolle bir ilişkisi var mıdır? Locke’un yazıları hem İngiltere’de hem de Amerika’da yaygın olarak dağıtıldı ama İngiltere’de, Amerika’da yarattığı devrimi yaratamadı. Matbaayla ilişkilendirilen Reform hareketi, Fransa’da etkili olamadı ve Fransa Katolik kaldı. Fransa, siyasi aydınlanmaya karşı savunmasız olsa da dini reformlar bu ülkede yayılamadı. Almanya’da ise tam tersiydi. Reform hareketi etkili olmasına karşın Amerika ve Fransız devrimlerindeki gibi politik gelişmeler yaşanmadı. ABD’de demokratik devrimi mümkün kılan ve o dönemde kullanılan belirli basılı formların yaptıkları işi yapmaları için gereken koşulları belirleyen şey neydi? On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde de basılı eserlere erişilebiliyordu ama monarşiye karşı isyan eden İngiltere değil Yeni Dünya’ydı. Kısacası Moglen’in savunduğu gibi siyasi değişim, sansür ve “özgür basın” arasındaki doğrudan bir ilişki yoktu. Matbaanın tarihinin bu kadar tartışılmasının ya da basının, kontrolün daha az olduğu yerlerde Aydınlanma ve Fransız Devrimi’ne zemin hazırladığı iddiasının arkasında aslında internet üzerinde bir kontrol (yani hükümet düzenlemesi olmazsa) olmazsa internetin ilerici fikirlerin gelişimine ve yayılmasına zemin hazırlayacağı düşüncesi var.
Matbaa ve internet karşılaştırması, ardından konunun düzenlemeye (daha doğrusu düzenleme karşıtlığına) getirilmesi siber özgürlükçü söylemlerde oldukça yaygın. Örneğin RAND analistlerinden James Dewar da matbaayı düzenleyen toplumların düzenlemeyenlere kıyasla acı çektiğini ve bugün de çekmeye devam ettiğini söylüyor. Sonra asıl meseleye geliyor: İnterneti düzenlemeye tabi tutmamalıyız. Demokratik yönetim yalnızca piyasa güçleri aracılığıyla uygulanmalı.
Bu tür görüşler, insanları siyasi değişiklikler için mücadele etmek yerine sessiz kalmaya teşvik ediyor ve doğrudan siyasi katılımdan caydırıyor. İnsanlar zaman zaman kısa süreli protestolara ve sosyal medya temelli “aktivizme” katılabiliyorlar. Ancak teknolojinin insanları özgürleştirdiği düşüncesi, insanların siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için herhangi bir özel eylemde bulunmalarına veya belirli bir siyasi uzlaşma veya kültür oluşturmalarına gerek olmadığı yönünde bir siyasi mesaj da içeriyor.
Açık x
Siber özgürlükçülük, dijital teknoloji, hükümet, siyaset ve sosyal meselelere ilişkin tartışmaları şekillendiren retorik mecazlar ve stratejiler olarak ortaya çıkar. Eleştirel ve hatta düzen karşıtı gibi görünseler de siyasi bağlamlar çarpıtılır.
Bir tartışma konusu “açık” olarak etiketlendiğinde, söz konusu konu hakkında mantıklı bir tartışma yürütmek neredeyse imkansız hale geliyor. En yaygın varsayım, açığa karşı çıkan herkesin kapalının tarafında yer aldığıdır.
Açık kelimesinin kesin bir siyasi tanımı yoktur ve nispeten daha net olan teknik uygulamalarının siyasetle ilişkisi hiçbir zaman açık değildir. Çoğu zaman diğer pek çok siber özgürlükçü anahtar kelime gibi genellikle hükümetin yokluğundan başka bir anlam taşımaz. Yeşil aklama (greenwashing), bir kuruluşun çevresel etkiler konusunda tüketicileri yanıltması ve kendilerini çevre dostu olarak sunmasını ifade eder. Açık aklama da benzer bir işlevi yerine getirir. Açık kelimesi ideolojiden arınmışlığı, verimliliği, şeffaflığı gösterir. Bir şey açık olduğu zaman mutlaka eşitlik, özgürlük ya da adaletin tüm koşullarını içerdiği varsayılır. Bir yapay zekâ girişimi “açık” olarak etiketlendiğinde açıklığın ne anlama geldiği veya yapay zekâya ne kazandırdığı irdelenmeden açıklığın getirdiği dokunulmazlık zırhına bürünür.
Örneğin açık hükümet ve açık veri hareketleri, siyasi değerler içerdiklerini, özellikle de hükümet faaliyetlerinin şeffaf veya halkın denetimine açık olması gerektiğini savunuyorlar. Bununla birlikte, neredeyse evrensel olarak, devlet kaynaklarının herhangi bir ücret ödenmeksizin ücretsiz olarak kullanıma sunulması gerektiğini de savunuyorlar. Fakat kaynakları kullanan şirketler, ne veri kaynağına bir katkıda bulunuyor ne de kendi faaliyetlerini hükümet programlarının gerektirdiği anlamda açık veya şeffaf hale getiriyorlar. Açık hükümet bir zamanlar hesap verebilirliği tartışmak için ortaya atılan bir terim olmasına karşın bugün çoğunlukla hükümet bilgilerinin parçalarına erişmenin, onları manipüle etmenin ve yeniden bir araya getirmenin ne kadar kolay olduğunu tanımlamak için kullanılıyor. Burada tartışılan açıklık, bu tür verilerin hesap verebilirliği artırıp artırmadığını ölçmüyor. Sadece (önemsiz hedefler peşinde koşan uygulamalar olsalar bile) bunların üzerine kaç uygulama inşa edilebileceğini ölçüyor.
Şifreleme ve Anonimlik
Bir kişinin posta kutusunu açmak, evini veya ofisini dinlemek için çeşitli teknolojiler kullanmak mümkündür. Ancak bu tür eylemler hem alışılmadıktır hem de bir bireyi veya insan grubunu hedef almak için özel bir ilgi gerektirir. Dahası gözetleme yapan kişi yakalanma riskini göze almalıdır. Dijital teknolojinin ortaya çıkışı durumu neredeyse tersine çevirmiştir. Çok fazla iletişim verisi sürekli olarak kamusal ağlar üzerinden iletilir ve yol boyunca birçok noktada gözetlenebilir. Bunu yapmak isteyen kişilerin belirli bireyleri hedeflemeden çok çeşitli işlemleri gözetleyebilmesi ve hatta kaydetmesi artık kolaydır.
Şifreleme, bilgi çağında güvenliğin sağlanmasında temel bir araçtır. Matematiksel prosedürler yardımıyla yetkili alıcılar dışında herhangi birinin orijinal içeriğe erişimi (tamamen engellenemese de) zorlaştırılır. Düzgün bir şekilde uygulanan şifreleme, hassas bilgilerin güvenli olmayan bilgisayarlarda saklanmasına veya güvenli olmayan ağlar üzerinden iletilmesine olanak tanır. Sadece doğru şifre çözme anahtarına sahip taraflar orijinal içeriğe erişebilir. İletişimlerimizin izinsiz olarak kolayca gözetlenemeyeceğine ve kaydedilemeyeceğine dair bir güvence olmadan güvenli finansal işlemler yapmak, sağlık hizmetlerimiz hakkında iletişim kurmak, yakınlarımızla kişisel meseleler hakkında konuşmak ya da elektronik olarak herhangi bir şey yapmak zordur.
Birçok hükümetinin, gözetleme yetkilerini kötüye kullanma konusunda kabarık bir sicili vardır ve insanlar hükümetlere güvenmemektedir. Üstelik hükümete karşı güvensizlik, siyasi yelpazenin her yerinde görülmektedir. Ancak şifreleme uygulamaları üzerinde duran söylemin ağırlıkla hakkımızda bilgi toplamakla ilgilenen diğer kişi ve kuruluşlardan ziyade hükümete karşı olması dikkat çekicidir. Devlet ya tamamen suçlu ya da kaçınılmaz olarak görevi kötüye kullanan bir aktör olarak konumlandırılır. Şifreleme söyleminde kurumsal güç genellikle göz ardı edilir. Aslında şifrelemeciler genellikle “yenilikçilik” başlığı altında, siber özgürlükçü politikada tanıdık bir tema olan, şirketlerin hükümet düzenlemeleri dışında faaliyet gösterme özgürlüğünü savunurlar. Teknolojinin demokratik gözetimi lehindeki herhangi bir ifade otomatik olarak yanlıştır ve buna karşı herhangi bir muhalefet muhtemelen doğrudur.
Anonimlik ve şifreleme, başlangıçta ABD Deniz Araştırma Laboratuvarı tarafından geliştirilen Tor yazılımında bir araya gelir. Tor, şifreleme teknolojilerinden yararlanan ve anonimleştirme için kullanılan bir sistemdir.
Tor’un iki yüzü vardır. İlk işlev, ağ trafiğinin kökenlerini gizleyen özellik olan Tor ağının kendisidir. İkinci işlev, Tor ağı üzerinden barındırılan gizli hizmetlerdir (teknik olarak ilk işlevi gerektirir). Bu gizli hizmetler, aslında web siteleridir ancak bu sitelere standart web üzerinden erişilemez. Gizli hizmetlerin Tor ağ trafiğinin yalnızca küçük bir bölümünü oluşturduğu iddia edilmektedir. Gizli hizmetleri kullanmadan Tor’u kullanabilirsiniz, ancak Tor kullanmadan gizli hizmetleri kullanamazsınız.
Tor topluluğu, hükümetlerin teknolojiyi denetleme hakkını tamamen reddeder. Özellikle onu düzenlemeye çalışan hükümetlerle alay etmeyi ve onları yerden yere vurmayı sever. Siber özgürlükçü söylemde sıkça rastlandığı gibi bireylerin bilgisayarlarla yürüttüğü tüm faaliyetleri konuşma olarak yorumlar. Bu nedenle, teknolojinin herhangi bir şekilde düzenlenmesi ifade özgürlüğünün sınırlanması, sansür olarak görülür. Dünyadaki herkesin teknolojiyi kullanma hakkı olduğunu ileri sürülür. Yasalar, bu hakkı sınırlayamamalıdır.
Tor Projesi’nin geliştiricileri ve destekçileri, projenin gerekliliğini insan hakları söylemine açıkça atıfta bulunarak anlatmayı severler. 2014’te Tor Projesi hakkında çıkan olumsuz haberlere karşı projenin baş geliştiricisi Roger Dingledine yazdığı yazıda (https://blog.torproject.org/possible-upcoming-attempts-disable-tor-network/) teknolojinin varlığını meşrulaştırmak için en tipik siber özgürlükçü stratejiye başvurur: “Tor ağı, İran, Suriye ve Rusya gibi ülkelerdeki insan hakları aktivistleri de dahil olmak üzere baskıcı rejimlerde yaşayan milyonlarca insan için gözetim, sansür ve bilgisayar ağı sömürüsünden güvenli bir liman sağlıyor. İnsanlar, çevrimiçi faaliyetlerinin ve konuşmalarının (Facebook gönderileri, e-posta, Twitter akışları) daha sonra izlenip kendilerine karşı kullanılacağı korkusu olmadan günlük işlerini yürütmek için her gün Tor ağını kullanıyor.” Ancak Tor’un suç teşkil eden ve zararlı kullanımları için vakalar “insan hakları aktivistleri”nin Tor kullanımları kadar açıktır. Tor’daki gizli hizmetler, uyuşturucu ve silah satışının yapıldığı karaborsaya, Dark Web’e, açılan kapılardır. Sağcı terör ağları, özellikle antidemokratik şiddeti örgütlemek için şifrelenmiş ve anonimleştirici araçların en ısrarcı ve yenilikçi kullanıcıları arasındadır. Ayrıca Dingledine’in özellikle ABD’nin hedefinde olan “İran, Suriye ve Rusya gibi ülkelere” işaret etmesi Tor’un, ABD istihbarat ve diplomatik aygıtıyla ilişkisi hakkında şüphelere neden oluyor. Tor’un ABD’nin dünyadaki egemen hükümetlerin işlerine uygun gördüğü şekilde müdahale etme gücünü kendisinde toplayabilecek bir varlık olarak mı konumlandırıldığı sorusunu akıllara getiriyor.
Dingledine ve diğer Tor savunucuları, Tor’un özellikle temel demokratik değerler nedeniyle var olması gerektiğinde ısrarcılar: “Her insanın mahremiyet hakkı vardır. Bu hak, demokratik bir toplumun temelidir. Örneğin, İngiliz Parlamentosu veya ABD Kongresi Üyeleri, hükümetin casusluğundan uzak fikir ve görüşlerini paylaşamıyorlarsa, hükümetin diğer kollarından bağımsız kalamazlar. Gazeteciler kaynaklarını gizli tutamıyorlarsa, basının hükümetin gücünü kontrol etme yeteneği tehlikeye girer. İnsan hakları çalışanları insanlığa karşı olası suçların kanıtlarını bildiremiyorsa, diğer kurumların bu kanıtları incelemesi ve bunlara tepki vermesi imkansızdır.“
Kısacası ifade özgürlüğü gibi çevrimiçi gizliliğin de herkes için bir hak olduğu, Tor’un da bunu sağladığı iddia ediliyor. Ancak Golumbia (2024), bu yüce gönüllü söylemin demokrasinin pratiğini ve teorisini baş aşağıya çevirdiğini vurguluyor. Çünkü Parlamento üyeleri veya Kongre üyelerinin kendi aralarında ve seçmenleri arasında olağan iletişimleri için Tor’u kullanmaları gerekmemeli ve kullanmamalılar. Çünkü birçok durumda demokrasinin hükümet operasyonlarının “gizliliğine” değil, şeffaflığa ve vatandaşlar tarafından incelenmeye ihtiyacı vardır.
Ağ Tarafsızlığı
ABD’de ağ tarafsızlığı, siber özgürlükçü aktivizmin başlıca alanlarından biridir. Golumbia (2024) ağ tarafsızlığı aktivizmini yel değirmenlerine karşı savaşmak, hayali düşmanlar ve gözlemleyebildiğimiz veya gerçekleşmesi muhtemel olan hiçbir şeyle pek ilgisi olmayan kabus senaryoları icat etmek olarak görüyor.
Ağ tarafsızlığı terimi, hukukçu ve dijital teknoloji uzmanı Tim Wu tarafından “A Proposal for Network Neutrality” ve “Network Neutrality, Broadband Discrimination” adlı iki makalede ortaya atıldı. Wu, internet servis sağlayıcıları (İSS) olarak adlandırılan geniş bant operatörlerinin uygulamalarının kamusal değeri olan diğer pazarları engelleyebileceğini düşünüyordu. Ağ tarafsızlığı, ifade özgürlüğü ve demokrasiyi korumaya yönelik bir ilke olarak hızla benimsendi. Ancak Wu’nun her iki makalesinde de temel kaygısı aslında ticari rekabetti. Wu, makalelerinde dijital ağlardaki üç katılımcı kategorisi arasında bir ayrım yapıyordu: içerik sağlayıcılar (New York Times, CNN veya bireysel blog yazarları gibi), İSS’ler (Comcast, Verizon vb) ve kullanıcılar (genellikle bireyler). Wu makalelerinde İSS’lerin kullanıcılara sağladıkları içeriği nasıl yönetebileceklerini tanımlamak için “ayrımcılık” terimini kullanmıştı ve bu terim, ağ tarafsızlığına bir sosyal adalet tadı katıyordu. Wu, daha sonra ayrımcılık teriminin yanıltıcı olabileceğini kabul etti: “İnternet uygulamaları arasındaki ayrımcılık, ırk, cinsiyet veya ulusal köken gibi kriterlere göre yapılan ayrımcılıktan farklı bir bağlamdır”.
Ama olan olmuştu ve ayrımcılık teriminin ağ tarafsızlığı tartışmaları üzerinde deforme edici bir etkisi oldu. Üstelik Golumbia’nın (2024) vurguladığı gibi bir içerik sağlayıcısına diğerinden daha iyi hizmet vermeyi seçmenin ırk veya cinsiyet ayrımcılığından farklı bir bağlam olduğunu söylemek son derece yetersiz bir ifadeydi. Wu, “ayrımcılık” kelimesinin tamamen farklı bir anlamda kullanmıştı. Comcast’in World of Warcraft kullanıcılarını yavaşlatıp yavaşlatmadığı sorusu, Siyahların banka kredilerinden mahrum bırakılıp bırakılmadığından tamamen farklı bir soruydu. Bir İSS’nin Siyahların oy kullanma haklarını destekleyen sitelere erişimi engellediği varsayımsal senaryoda olduğu gibi, iki kullanım birbiriyle ilişkili olsa da yüzeysel olarak farklıydılar. Irk ve cinsiyet ayrımcılığına ilişkin siyasi tartışmaların yoğunluğu göz önüne alındığında, başka bir terim bizi tamamen farklı bir rotaya sokabilirdi. Tartışılan konu, İSS’lerin kullanıcıların içeriğe erişimini kısıtlaması ya da engellemesinden çok ticari rekabetle ilgiliydi.
Golumbia’nın (2024) ısrarla altını çizdiği gibi ağ tarafsızlığı aktivizmi hakkındaki bu eleştirisi, 2015’teki Açık İnternet kararının yürürlükten kaldırılmasının doğru olduğu anlamına gelmiyor. Golumbia’nın (2024) sadece ağ tarafsızlığına destek toplamak için kullanılan dil ile politikaların somut etkileri arasındaki şaşırtıcı kopukluğa dikkat çektiğini belirtiyor. Wu’nun kendisi de dahil olmak üzere çok sayıda kurum ve analist, ağ tarafsızlığının temelde piyasalar ve “inovasyon” ile ilgili olduğunu açıklamasına rağmen, dijital hak örgütlerinin çoğu ve onlarla ittifak halinde olan diğerleri ağ tarafsızlığının, kışkırtıcıların başından beri ısrar ettiği hayali sorunla ilgili olduğu konusunda ısrar etmeye devam ettiler. Sivil haklara gerçekten bağlı insanların tutkusu ve enerjisi iddia edildiği şekilde tarafsızlıkla ilgisi bile olmayan bir şeyi savunmaya yöneldi. Ağ tarafsızlığı, temel amacı “inovasyon” sağlamak olan bir tür düzenleme karşıtı (deregulatory) düzenlemeye dönüştü. İyi niyetli sivil haklar aktivistlerinin düşündüğü gibi bir şey yerine tam da sağcı serbest piyasa ideologları tarafından desteklenen sivil hakları yeniden yapılandıran düzenleme oldu.
İnternet ve Demokrasi
Siber özgürlükçü söylem, dijital teknolojilerin mevcut hükümet yapılarını demokratik yönlerde radikal bir şekilde reforme ettiğini ve mevcut yapıların vizyonunu gerçekleştirdiğini iddia eder. Dijital demokrasinin mevcut demokratik sistemlerle aynı hedeflere yöneldiği, ancak bunu önceki nesillerin hem ulaşamadığı hem de öngöremediği şekillerde yaptığı söylenir. Hatta Golumbia’nın (2024) yazdığı gibi siber özgürlükçülüğün en ateşli savunucuları okuyunca insanlığın teknolojinin özgürleştirici gücü olmadan insanların demokrasiyi nasıl bir siyasi form olarak ortaya çıkarabildiği konusunda hayrete düşebiliriz.
Siyaset, dijital ütopyacıların ilgisinin en belirgin olduğu alanlardan biridir. Genellikle daha önce hiç ilgi duymadıkları konular hakkında tutkulu, doğrudan ve sert bir şekilde konuşabilirler. Daha önce hiç İran hakkında konuşmamış ve hatta düşünmemiş olabilirler. Ama internet hakkında söylenecek bir şeyleri olduğundan yüzlerini buraya dönerler. Fakat İran’da olduğu gibi, Twitter Devrimi’nin siyasi liderlik ve devlet yapısında bir değişiklikle sonuçlanmamasının ardından İran, dijital ütopyacıların ilgi alanı olmaktan çıkar. İşin kötü yanı bu kişilerin İran’ı gerçekten takip eden siyaset ve bölge uzmanları kadar (belki de daha fazla) ciddiye alınmalarıdır.
Aynı şey, dijitalin sözde Arap Baharı’ndaki rolüne ilişkin propagandada daha belirgindir. Kutladıkları siyasi olayların ayrıntılarına ilişkin bilgileri sınırlı, belki de hiç yoktur. Birçoğu sosyal medyanın Arap Baharı üzerindeki etkilerine atıfta bulunmaya devam eder. Protestolar tarafından yerinden edilen otoriter rejimlerin yerine onlardan çok daha kötü rejimlerin gelmiş olmasından söz edilmez. Eğer “iyi” olduğunu düşündüğümüz bir şey olursa, o zaman sosyal medyanın bu “iyi” olayın gerçekleşmesine neden olmuş olabileceği yollar aranır. Eğer “kötü” bir şey olursa, ya bu olaylarla hiç ilgilenilmez ya da bu olaylar dijitalleşmenin mümkün kıldığı başarıyı takip eden bir başarısızlık olarak görülür. Yerel uzmanlar Arap Baharı “sosyal medya olmadan mümkün olmazdı” iddiasını artık ya genel olarak reddediyor ya da tam Arap Baharı’nda tam tersini görüyor, yani sosyal medyanın demokratik hareketlerden daha çok otoriter güçlere fayda sağladığını düşünüyorlar.
Soyut “özgürlük” ve “demokrasi” kavramları adına, hem yerel hem de ulusal siyaset üzerine yazılmış siber özgürlükçü yazılarda tanıtılan dijital teknolojiler, halkları serbest piyasa köktenciliğine karşısında körleştirmeye çalışır. Dijital ütopyacılar, “gelişmekte olan ülkelere” demokrasi ve özgürlük sunma adına, onların bilgisayarlara, cep telefonlarına ve “özgür ve açık” internete sahip olma “insan haklarını” tanımamızı talep ederler. Fakat bu tür politikalarla aslında gerçekleşen gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarının (insan, doğal ve endüstriyel) sermayenin sömürüsüne açık hale getirilerek “demokratik”leştirilmeridir.
Ademi Merkeziyetçilik
Yakın akrabası olan demokratikleşme gibi “adem-i merkeziyetçilik” de siber özgürlükçü söylemin temellerinden biridir. Fakat demokratikleşmeden farklı olarak daha belirsiz bir anlamı vardır. Demokrasiyi tercih eden herkes muhtemelen demokratikleşmenin iyi bir şey olduğunu düşünecektir, ancak merkeziyetçilik yerine neden adem-i merkeziyetçiliğinin tercih edilmesinin gerektiği açık değildir.
Merkeziyetçilik ve ademi merkeziyetçilik hakkındaki anlaşmazlıklar sıklıkla kimin ne kadar sosyal, ekonomik veya politik güce sahip olduğu ve bu gücün kullanımının meşru olup olmadığı meselesi etrafında döner. Merkezileşmenin savunucuları sıklıkla gücü nispeten az sayıda kişinin eline vermekten kaynaklanabilecek verimlilik ve üstün kontrol avantajlarına işaret ederler. Buna karşılık, ademi merkeziyetçiliği savunanlara göre pratik ve ahlaki bir bakış açısıyla, gücün geniş bir şekilde dağıtılması en iyi kullanım biçimidir.
Bir ağın ademi merkeziyetçi olup olmadığı, gözlemcinin bakış açısına bağımlıdır. Facebook’u düşünelim. Facebook, dikkate değer bir güce ve güçlü bir platforma sahip tekil bir kurumsal varlıktır. Bu bakış açısına göre merkezi bir ağ olarak tanımlanabilir. Buna karşın Facebook’un dünyanın dört bir yanındaki sunucuları Facebook ağına ademi merkeziyetçi bir görünüm verir. En azından Facebook’un internetin tasarımında etkili olan nükleer savaş tehdidine karşı koyabilecek bir yapısının olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat dijital aktivizm içinde ademi merkeziyetçi ifadesi denetimin olmaması ile eş anlamlıdır. Özgürlüğü teşvik ettiği iddia edilen ve eşitlikçilik ve insan hakları söylemiyle örtülen şey, tam tersini teşvik eder. Birkaç aktörün, insanları bireyler ve gruplar olarak korumak için yürürlüğe konan yasaları, düzenlemeleri, kuralları ve kurumsal normları atlatma özgürlüğü olarak karşımıza çıkar. Çünkü ademi merkeziyetçilik, demokratikleşmeden daha açık bir şekilde, eşitlikçiliğin kurumları olarak demokratik hükümetler dışında başka bir güç varsaydığından, kavram sağcı siyasi gücü karakterize eden hükümet karşıtı ajitasyona çok kolay bir şekilde bağlanabilir. Örneğin, kripto paraların hükümetler tarafından düzenlenmesine karşı çıkılır; kripto paralar merkezi finans kuruluşlarına karşı ademi merkeziyetçi alternatifler olarak sunulur. Ama aslında Bitcoin ve diğer blok zinciri yazılımlarının geliştirilmesi oldukça merkezidir ve bu yazılımlarla ilgili yönetim kararları çok az kişinin ademi merkeziyetçi olarak değerlendireceği mekanizmalarla alınır.
İfade Özgürlüğü
Hem dijital teknoloji destekçilerinin hem de dijital teknoloji şirketlerinin ana sloganlarından biri ifade özgürlüğüdür. Örneğin 2012’nin başında Twitter kendisini ifade özgürlüğü partisinin ifade özgürlüğü kanadı olarak tanımlamıştır. Hükümetlerin düzenleme girişimleri ifade özgürlüğünü ihlal olarak görülür ve gösterilir.
Siber özgürlükçü söylemde, sosyal medya platformlarının faaliyetleri hakkındaki tartışmaları ifade özgürlüğü çerçevesine hapsetmek sıkça başvurulan bir stratejidir. Böylece X gibi sosyal medya platformlarının işletilmesi meşru işletmeler olup olmadığına ve/veya lisans olmadan işletilebilen yasal teknolojiler olup olmadığına kimin karar verdiğine dair temel soruyu ortadan kaldırır. Bir hükümetin, kendi sınırları içinde faaliyet gösteren bir sosyal platformunun faaliyetlerini yasal bir çerçeveye oturtmak istemesi hemen ifade özgürlüğüne müdahale olarak ele alınır. “Demokratik yönetimler, demokratik egemenliği zorlaştırma veya imkansız kılma işlevi olan teknolojilerin yayılmasına ne ölçüde izin vermelidir?” sorusu bertaraf edilir.
Daha da ilginci yazılım kodunun da konuşma olarak ele alınmasıdır. Bilgisayar programlarının insan diline benzeyen bir koddan yapıldığı için bilgisayar koduyla yapılan her şeyin ifade özgürlüğü kapsamına alınması gerektiği de savunulabilmektedir. EFF (Electronic Frontier Foundation) ve diğer dijital savunucular rutin olarak “kod konuşmadır”ın açık ve yerleşik bir yasal ilke olduğunu öne sürerler. Kodların büyük bir kısmı bireyler tarafından değil şirketler tarafından yayınlanmaktadır. “Kod konuşmadır” ifadesini benimsemenin etkisi, hükümetlerin şirketlerin yaptıklarını düzenleyemeyeceğini söylemektir. Siber özgürlükçüler, demokrasilerin dijital teknolojinin gücünü düzenleme ve sınırlama girişimlerini engellemek için “ifade özgürlüğünü” bir sopa olarak kullanırlar.
***
Son yirmi beş yılda, bilgisayarları ve interneti ilk sıraya koymanın güçlendirilmiş demokrasilere yol açmadığını gördük. Siber özgürlükçülüğün iddialarının aksine internet, eşitlik ve demokrasi getirmedi; sosyal refahı artırmadı. Özellikle iki yönden küresel siyaseti sağa taşıdılar.
Birincisi, geçmiş yılların toplumsal mücadelelerinde önemli bir yere sahip olan toplumsal sorunlar ve bu sorunları aşmak için yapılan mücadelelerin bir kenara bırakılmasıydı. Dijital teknoloji, politik, toplumsal ve insani olanın önüne konuldu. İnsanların tutkusu ve enerjisi farklı alanlara yönlendirildi. Siber özgürlükçülüğe içsel teknolojik determinizm, siyasi değişiklikler için mücadele etmek yerine sessiz kalmaya teşvik ediyor ve doğrudan siyasi katılımdan caydırıyor. İnsanlar zaman zaman kısa süreli protestolara ve sosyal medya temelli “aktivizme” katılabiliyorlar. Ancak teknolojinin (matbaa gibi!) insanları özgürleştirebileceği düşüncesi, insanların siyasi amaçlarını gerçekleştirmek için herhangi bir özel eylemde bulunmalarına veya belirli bir siyasi uzlaşma veya kültür oluşturmalarına gerek olmadığı yönünde bir siyasi mesaj da içeriyor.
İkincisi, eşit hakları ve evrensel hak sahipliğini tamamen serbest piyasaların ekonomik felsefesiyle değiştirmeye çalışmaları oldu. Teknoloji şirketlerinin faaliyetlerinin düzenlenmesinin inovasyonu engelleyeceği ve bunun da ekonomiye, topluma, demokrasiye, ifade özgürlüğüne vs zarar vereceği görüşünün yaygınlaştırılmasına katkıda bulundular.
Şimdi ise Büyük Teknoloji şirketleri ve AB’nin kamucu politikaları doğrudan karşı karşıya geliyor. Musk’ın aşırı sağa desteği boşuna değil. Çünkü Golumbia’nın yazdığı gibi faşizm sadece nefret edilen “ötekileri” inşa etmek ve ezmekle ilgili değildir. Aynı zamanda demokratik egemenliği, eşit hakları ve evrensel hak sahipliğini tamamen serbest piyasaların ekonomik felsefesiyle değiştirmekle ilgilidir.
Herkes safını seçmek zorunda…
Kaynaklar
Golumbia, D. (2024). Cyberlibertarianism: The right-wing politics of digital technology. University of Minnesota Press.
Kremidas-Courtney, C. & Litobarski, J. (2025), European sovereignty and the empire of technology, https://epc.eu/en/Publications/European-sovereignty-and-the-empire-of-technology~60755c, son erişim 19.01.2025